
DERLEME :
Gönül UYANIKTIR
“Edirne'den ayrılmadan önce merakımı en çok çeken şeyi size yazmak istedim. Bugün İmparator Adriyen'in adını taşıyan bu şehrin, vaktiyle Orestezi veya Orest denilen şehir olup olmadığını tespit etmeniz için size bir açıklamada bulunmayacağım. Çünki siz bunu benden iyi bilirsiniz. Osmanlıların Avrupa'da Payitaht olarak kullandıkları ilk şehir burası. Son zamanlarda burada bir çok padişah oturdu. Şimdiki padişahın kardeşi Mustafa ile Dördüncü Mehmet bu şehri çok severlerdi. Bu sebepten, İstanbul'u terk edip devamlı burada oturdular. Bu sevgi, yeniçerilerin ikisini de tahttan indirmesinde önemli rol oynadı. Bununla beraber şimdiki padişah da buradan hoşlanıyor gibi görünüyor.
Havası kötü olmakla beraber, şehrin bulunduğu yer çok güzel. Çevresinin sekiz mil olduğunu söylüyorlar, buna bahçeler de dahil. Türklerin mimarisinde hiç gösteriş olmadığından, saraylar, diğer evlerden ancak büyüklükleri ile ayrılıyor. Şehrin nüfusu kalabalık, bunların çoğunu ordu mensupları ile onların arkasından gelenler meydana getiriyorlar. Bunlar gittikleri zaman şehir hemen hemen boşalıyormuş. Edirne'nin üzerinde kurulmuş olduğu Meriç nehrine eskiden Ebre deniliyormuş ve her yaz kuruyormuş. Havanın sağlığa zararlı olmasında bu durumun etkisi var zannediyorum. Nehrin şimdiki akışı çok tatlı, üzerinde iki tane köprü var.
Merakımı gidermek için Türk kıyafetine girip çarşıya gittim, ama yeniçerileri görünce içim rahat etmedi. Sanki üzerimde İngiliz elbiseleri varmış gibi, dokunmadan bana yol verdiler. Bunlar kadınlara el sürmeye cesaret edemiyor. Çarşının üzeri kubbeli, içi gayet temiz ve boyu da yarım mil kadar. Londra'daki yeni borsa gibi, çok kıymetli ve çeşitli eşyanın teşhir edildiği ve satıldığı üç yüz altmış dükkan var. Dükkânlar yeni boyanmış gibi, pırıl pırıl parlıyor, çarşının kaldırımları Londra'dakinden çok daha temiz. İşi olmayanlar buraya kahve veya şerbet içmeye, gezmeye geliyorlar. Burada da bizim tiyatrolarda olduğu gibi bağırıyorlar. Zengin tüccarların çoğunun Yahudi oluşu dikkatimi çekti. Bunların nüfuzu çok kuvvetli, imtiyazları Türklerinkinden fazla. Kendi kanunlarıyla idare edilen bir cumhuriyet gibiler.

Türk'ler atıl tabiatlı ve sanayie hevesli değiller. Buna karşılık Yahudiler birlik meydana getirdiklerinden devletin bütün ticaretini ellerine almışlar. Her paşanın işlerini eline bıraktığı, sırlarını emanet ettiği bir Yahudi kâhyası var, kendileri hiçbir işe karışmıyorlar. Bu Yahudiler paşanın bulunduğu kazada çarşıyı tanzim eder, her zaman hediyeler alır, giren ve çıkan malları muayene ederler. Padişahın doktoru, hazinedarı, tercümanı hep Yahudidir. Menfaatine son derece düşkün olan böyle bir milletin bu durumdan ne derecede istifade edeceğini anlarsınız. Bunlar kendilerine her zaman ihtiyaç duyulmasını sağlamışlar ve bu sayede saray da onları korumuştur.
İngiliz, Fransız ve İtalyan tacirlerin bunların bütün hilelerini bildikleri halde, işlerini ister istemez onlara yaptırıyorlar. Velhasıl ticaretle ilgili ne varsa onların elinden geçiyor. İçlerinde itibarı en az olanlar bile, kendilerine muhtaç olunmaktan uzak kalınamayacak derecede önemli kişiler. Bütün millet, zenginlerine olduğu kadar bunlara da alâka gösteriyor. Hepsi zengin oldukları halde bu durumu gizlemeye dikkat ediyorlar. Evleri çok gösterişli ve debdebeli. İşte yine çarşıyı anlatırken konuyu değiştirdim. Ali Paşa tarafından yaptırılan çarşı yine onun adını taşıyor. Çarşının yanında bir mil uzunluğunda bir sokak var ki dükkânlarla dolu. Burada çok çeşitli ve güzel mallar bulunuyor. Fakat fabrika olmadığı için bunların fiyatları çok yüksek. Malları yağmurdan korumak için sokağın üzerini tahtalarla örtmüşler.
Sütunlar üzerine inşa olunmuş başka bir çarşı da Bedesten'dir. Burada atlar için her çeşit koşum satılır. Koşumların hepsi elmaslarla, sırmalarla süslenmiş. Bu çarşıya girince insanların gözleri kamaşıyor. Yakında hududa nakledilecek olan otağ'a alaturka arabamla buradan gittim. Daha önce padişah bütün saray halkı ile çadırlarını ziyaret etmiş. Hakikaten bu otağ göze çok hoş görünüyor. Çadırlar bir saray manzarası arz ediyor. Hepsi de yeşil boyalı, birçok dairelere bölünmüş ve gayet geniş bir araziyi kaplıyor. Paşaların rütbelerini belirten üç tuğ beylerin çadırları önünde göze çarpan bir şekilde dikilmiş. Çadırların üzerlerinde ait oldukları şahısların rütbelerine göre büyüklü küçüklü birçok yaldızlı toplar var. Hyde Parkı ziyaret için İngiliz kadınları ne kadar heveslenirlerse, Türk hanımları da bu ordugâhı görmek için o derecede acele davranıyorlar.
Yalnız farkına vardığım bir şey var ki, askerde sefere başlayacak kıt'alarda her zaman görülen memnuniyetten eser yok. Halk ve bilhassa esnaf, harpten nefret ediyorlar. Özellikle ordu kumandanlığına padişah bizzat geçmeye karar verirse, o vakit tüccarın her sınıfı padişaha kendi servetine uygun bir hediye vermeye mecbur oluyor. Sabahleyin saat altı'da kalkıp şehrin büyük sokaklarından geçecek olan askerin yürüyüşünü görmeye gittim, fakat yürüyüş ancak saat sekizde başladı. Bunu seyretmek için padişah da pencereye geldi.
Eyer takımları gayet parlak bir deveye binmiş bir hoca efendi askerin önünde gidiyordu. Yastık üzerine konmuş, kılıfı çok kıymetli bir Kur'anı yüksek sesle okuyordu. Bir çocuk küme'si de beyazlar giyinmiş, hoca efendinin etrafında âyetler okuyorlardı. Arkadan buğday eken bir çiftçiyi taklid eden elinde yeşil dallarla biri geliyordu. Daha sonra, ellerinde oraklar, buğday biçer gibi vaziyette, başaklar içinde, Seres'in tasvir edildiği gibi birçok hasatçılar geliyordu. Arkasında, üzerinde bir yel değirmeni ve buğday öğütmekle meşgul çocuklar bulunan, öküzlerle çekilen ufak bir şey görünüyordu. Bu arabanın arkasında manda ile çekilen bir araba daha vardı. Bunda da, bir fırın ile, biri ekmek yoğuran öbürü fırından çıkaran çocuklar görünüyordu. Arada bir, halka çörekler atıyorlardı. Arkalarında ikişerli sıralar halinde tertemiz giyinmiş ekmekçi esnafı görülüyordu. Başlarında büyüklü küçüklü çörekler, ekmekler ve her çeşit hamurlar vardı. Daha sonra yüzlerini una bulamış iki maskara, aynen ekmekçi esnafının dizilişinde kuyumcular, tuhafiyeciler v.s. gibi en güzel kıyafetlerini giymiş esnaf sınıfı geliyordu. Ortalarındaki zafer tâkının arasında bilhassa kürkçüler fevkalâde bir zenginlikle kendilerini gösteriyorlardı. Büyük bir sant'atla yapılmış kakum ve tilki derileri adetâ canlı gibi görünüyorlardı ve büyük bir şeyin üzerine konulmuşlardı. Arkalarından çalgıcılar ve oyuncular geliyorlardı. Askere padişah kumanda edecek olsaydı, yirmi binden fazla adam peşinden gelmeye hazırdı. Alayın sonunda padişahın hizmetinde ölmek şerefine erişmek isteyen gönüllüler geliyorlardı. Bunların görünüşleri o derece vahşi idi ki; görür görmez pencereden kaçtım.
(DEVAM EDECEK)