Kâbus gibi bir yaz mevsimini geri bıraktık, bakalım kış bize ne gösterecek?
Önce Marmara Denizi’nde ortaya çıkan müsilajla şaşırdık. Pek çoğumuz ilk defa duydu bu kelimeyi. Oysa bilim insanları yıllar öncesinden Marmara Denizi’ndeki bu tür tehlikelere dikkat çekmekteydi. İzmit Belediye Başkanı Fatma Kaplan Hürriyet ise; 2015 yılında milletvekilliyken, Marmara Denizi’ndeki kirlilikle ilgili Meclis’te önerge verip, araştırma komisyonu kurulmasını dahi istemiş. Elbette ki reddedilmiş!
Şimdi görünürde müsilaj sorunu çözüldü gibi olsa da aslında, temizlendiği için yüzeyde görünmez olan müsilajın diplerde etkin olduğu ve deniz canlılarının yaşamını tehdit edip olumsuz etkilediği biliniyor. Muhtemelen seneye havaların ısınmaya başlamasıyla tekrar gündeme gelecektir. Neyse ki o zamana kadar uğraşacak dertlerimiz çok!
Ve müsilajdan sonra, artık her yaz yaşadığımız iki kâbus daha çöktü üstümüze! Yangınlar ve seller! Hangisi daha çok yaktı yüreğimizi ve hangisi daha çok vurdu yüzümüze, vurdumduymazlıkla bugünlere geldiğimizi bilemiyorum.
Yaz boyunca, Türkiye’nin kuzeyinde seller, güneyinde orman yangınları önceki yıllara göre çok daha fazla üzdü bizi bu sene.
Peki, ne oluyor böyle?
Oysa doğanın yaşamımızı zorlaştırdığı alanlarda, bilim ve teknolojinin gücüyle her geçen gün hayatımızı kolaylaştırıp, doğanın efendisi olduğumuzu sanıyorduk! Ve hatta bazı dolar milyarderlerinin zevkini tatmin için uzay turizmine bile başlayacak kadar aşmamış mıydık doğayı? Mars’a gitmek için hazırlıklar bitmek üzereydi!
Sahi bu kadar ilerlemişken, neden böyle çaresiz kalıyoruz bu tip doğa olayları karşısında ve neden her geçen yıl daha çok artıyor bu tür felaketler?
Aslında cevabını biliyoruz ama sebebi olduğumuz sorunlarla yüzleşmemek için kaçıyoruz o cevaptan!
Vahşi kapitalist sistemin beslediği, tüketim çılgınlığına esir olmuş milyarlarca insan olarak, “kapitalistler daha çok kazansın, insanlar daha çok tüketsin” sarmalı içinde doğanın dengesini bozdukça bu felaketler sonumuzu getirecek!
Yıllardır “Küresel ısınma ve iklim krizi” sözleri dilimize pelesenk oldu ama aldırmadık. Ağustos ayında, BM İklim Raporu açıklandı. Maalesef artık uçurumun tam kıyısındayız ve geri dönüşümüz yok gibi. Rapora göre;
- Isınmayı durdurmak mümkün değil, küresel ısınma 2030'a kadar 1,5 derece artacak. Eğer karbon emisyonu sınırlandırılabilirse bu süreyi 2040 yılına uzatabiliyoruz.
- Aşırı hava olayları artacak. Tropik fırtınalar, yağmur ve kar yağışı artarken, 1,7 kat daha fazla kuraklık yaşanacak, yangınlar daha yoğun ve uzun sürecek.
“Yağmurlar artarken kuraklık nasıl yaşanır” diye düşünüyorsanız, şöyle: Yağmurlar belirli bölgelerde ani ve çok şiddetli yağıp sellere sebep oluyor ve fayda sağlamıyor. Ancak bazı bölgelereyse hiç yağmur yağmıyor. Örneğin Madagaskar’a dört yıldır yağmur yağmadı!
- Buzullar eriyecek, deniz seviyesi yükselecek. Uzmanlar, kutuplardaki buzulların erimesi ve okyanusların ısınması ile sorunların artacağı ve deniz kenarındaki ülkelerde, geçmişte yüz yılda bir görülen sellerin 2100'e kadar her yıl görüleceğini belirtiyor.
Türkiye’nin durumuna bakarsak:
Meteoroloji Genel Müdürlüğü’nün “2020 Yılı Türkiye İklim Değerlendirmesi Raporu”na göre son 30 yılın sıcaklık ortalamasına göre, Türkiye 2020 yılını yaklaşık 1.5 derecelik artışla geçirdi.
“2020 yılında oluşan 984 ekstrem olayın yüzde 30’u seldi. Bunun yanında genelde ise kuraklık yaşandı ve Türkiye’nin yağış ortalaması yüzde 13 azaldı!"
Görüldüğü üzere ‘tüketim çılgınlığı ve kâr hırsı’ sarmalındaki milyarlarca insanın yükü doğanın dengesini bozmuş durumda. Ve yaşanan bu felaketler tüm ülkeleri derinden etkiliyor. Bazı coğrafyalar şanslı gibi görünse de, onları da iklim etkisiyle ortaya çıkacak göç dalgaları bekliyor.
O halde geriye tek bir şey kalıyor, mutlak bir şekilde tüm ülkelerin işbirliği yaparak bilim adamlarının önerilerini yerine getirmesi.
Çok acilen iki tür önlem alınmak zorunda; birincisi bu felaketlere sebep olan uygulamalardan vazgeçmek, ikincisi ise felaketlere hazırlıklı olmak. Birincisi global, ikincisi ise yerel çabalarla da alınabilecek önlemler.
O halde biz acilen ikincisi üzerinde yoğunlaşmalıyız!
Unutmayalım ki; yeterli sayıda yangın söndürme uçağımız olsaydı orman yangınları o kadar büyümeden söndürülürdü. Ve eğer, mesela Bozkurt ilçesinde dere yatağına yapılaşmaya izin verilmemiş olsaydı felaketin boyutu çok daha az olurdu.
Geçen sene, Giresun’un Dereli İlçesi’nde yaşanan sel felaketinde dere yatağına yapılan binalarda can kayıpları olmuş ve büyük zararlar yaşanmıştı. Bu sene aynı yerlerde tekrar beton binaların yükseldiğini görmemize karşın biz yine de ders alacağımızı umut edelim!