Annelerimiz, babalarımız,
Kadriye Hanım telefon etti. Kadriye Hanımlarla biz apartman komşusuyduk ve birbirimizle düzenli görüşürdük. Şimdi de (öğrencilerinin oldukça mutlu olduğu bir okulda) Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmeni.
-Erdal Abi, yönetimini benim yürüttüğüm bir projedeki bir öğrencim, Ezgi, uygunsa, sana bazı sorular sorabilir mi?
-Tabii.
Cep telefonunu Ezgi’ye verdi.
-Erdal Bey merhaba. İlk sorum: Kuşaklar arası uyuşmazlık üzere siz ne düşünüyorsunuz?
-Bak Ezgi Abla! Uygun bulursan önce siz-bizi kaldıralım. Ben sana Ezgi Abla diye sesleneyim, sen bana Erdal Amca diye. Soruna gelince, bu uyuşmazlığı ve üstelik zaman zaman çatışmayı görüyoruz, izliyoruz. Ama kendimize sormalıyız, “Bu doğal mı? Her ailede olan, her ailede olacak olan mı? öncelikle nedenini aramamalı mıyız?”
-Erdal Amca, senli-benli konuşma önerini çok sevdim. Öğretmenim ilginç bir kişi olduğunuzu söylemişti ama ben yanlış yaptım: Kısa birkaç soruma, kısa yanıtlar alırım diye düşündüm. Onbeş dakika sonra servisimiz kalkacak. Ben sizi evden arasam, uzun uzun konuşabilir miyiz?
Önerisini onadım, saat sekizde aramasını söyledim. Ezgi iyi bir öğrenci olmalı. Algısı hızlı, konuşması düzgün, öğrenme isteğini kaybetmemiş...
Tam sekizde telefon çaldı. Tam iki buçuk saat konuştuk.
-Erdal Amca, ben bu arada düşündüm, sorularımı bile değiştirdim. Üstelik sen yanıtladıkça yeni sorular sormak isterim. Sence bu uyuşmazlığın nedeni ne?
-Öğreti farkı; daha açıkçası yaşam farkı ve bunun sonucu sorunların farklılığı, yaş farklılığı değil.
-Yaşam farkı, sorunların farklılığı diyorsun. Örneğin benim yaşımdayken yaşamın nasıl farklıydı?
-Bak Ezgi abla, ben senden iki kuşak önceyim. Ben lise öğrencisiyken internet, cep telefonu bir yana televizyon yoktu; klima, doğalgaz, benden önce spor ayakkabı bile yoktu. Benim lisede çok mutlulukla giydiğim üstü bez, altı ona yapıştırılmış ince lastik spor ayakkabıyı şimdi hiçbir çocuk giymez. Hazır giyim var mıydı anımsamıyorum. Bizim spor giysilerimiz annelerimizin diktiği, beli lastikli şort ve kolsuz atletti. Ben 1937 doğumluyum, 1939 da İkinci Dünya Savaşı çıktı. Benim küçük bir defter olan nüfus cüzdanımın son sayfaları ‘ekmek karnesi aldı’, ‘şeker karnesi aldı’, ‘gaz karnesi aldı’, ‘bez karnesi aldı’ doluydu. Her şey vesikaylaydı. Babam belediyede başkatip (şimdiki adıyla yazı işleri müdürü) annem terzi. Bu nedenle ekonomik durumumuz iyi. Ama iki katlı, dört odalı evimizin tavanları pek düzgün olmayan ahşap, duvarların sıvaları da girintili çıkıntılı; ısıtma iki odada sobayla. Çamaşır makinesi yoktu, annem çamaşırı mutfakta tokaçla yıkardı. Buzdolabı yoktu, yemekleri soğuk tutmak için sepetle bahçedeki sarnıca sallardık...
Ama bu yaşamımızın bir yanı. Yaşamımız basitti; bugünden bakınca ilkeldi de denilebilir ama,
(1) İlerliyor, uygarlaşıyorduk. Bunu biz çocuklar da duyumsuyorduk.
(2) Öğrenimin bir dizgesi vardı. Sanat okullarında, ticaret liselerinde, sağlık kolejlerinde meslek ediniyor, kolayca iş buluyor, iş kuruyorduk.
Anadolu, Fen, Özel lise ayrımı yoktu. Liselerde matematik, fen, sosyal bilgiler daha ileri düzeyde sunuluyor; üniversite öğrenimine hazırlanıyorduk.
(3) LGS sınavı yoktu. Ortaöğretimi anne-baba-çocuk kendimiz karar veriyorduk. YKS sınavı yoktu. Liseyi bitirince sınavsız tıp, hukuk... okuyabiliyorduk. Lise 2 yi bitirince sınavsız teknik okullarımıza başlayıp mühendis olabiliyorduk. Yüksek mühendis olmak istersek İstanbul Teknik Üniversitesi üç günde oniki saatlik bir eleme sınavı yapıyordu. Dershane, özel ders diye bir şey yoktu.
(4) Liseyi bitirince askerliğimizi yedek subay olarak yapıyorduk. İş bulma derdimiz, gelecek kaygımız yoktu.
(5) Aileler arası ekonomik farklılıkları, politik çatışmaları biz öğrenciler farketmiyorduk. Sokak ve mahalle içi dayanışma da çok daha ileriydi. Herkes herkesin derdine ortaktı...
(Ezgi’yle konuşmamız iki buçuk saat sürdü. Bundan sonrasını sonraya bırakalım.)
Sağlıcakla,