En son ne zaman huzurlu, deliksiz bir uyku uyudum, unuttum!... Kafam doluysa eğer, gece uyur uyanık rüyalar görür, uyumak için inat ettiğimde sanki karşı bir direnç yaratırım... Yazarım çizerim, hiç bilmediğim konularda, bilmediğim lisanlarda, bildiğim ya da bilmediğim insanlarla tartışmaya girerim. Haksızlıklara isyan eder, karşı çıkarım, taraf olurum... Geçmişimde kalan olay ve insanlarla bugünün koşullarında tekrar buluşur, geçmiş yaşanmışlıkları yok sayıp barışır ve yeni sayfalar da açabilirim…
Şimdilerde, gözümün önünde binlerce kare görüntü, kafamda binlerce ses… İlk zamanlar ellerimden hafif hafif başlayıp, sonra bileklerimin iç kısımları ve dirseklerime yayılan kaşıntı dayanılır gibiydi. Zamanla ayak bileklerimde, boynumda da başladı. Kaşıdığım yerler sertleşip kabukumsu bir tabakaya dönüştü. Böyle durumlar için kullandığım bir ilacım var. Onu alınca sorun çözüldü, ama bu kez de günde dokuz - on saat uyumaya başladım. Telefonum çalmasa belki daha da uzun uyuyabilir hale geldim.
Bedenim sorunlardan kaçış için ilacın da etkisiyle böyle bir mekanizma geliştirdi. Depresyondan uyuyarak kurtulmaya çalışıyorum. Bu daha öncesinde de başıma geldi. Zihnim ve bedenim sorunlarla bir şekilde boğuşmaya çalışıyor, aslanlar gibi de savaşıyor, ama bir yere kadar…! Sonrasında, iflas öncesi kaçınma ya da reddediş başlıyor. Uyanıkken başaramadığı için uykuya sarılıyor. O anlarda başıma gelebilecek her şeyi kabullenmiş olmaktan kaynaklanan garip bir huzur duygusuyla uyuyorum.

Beynim ve yüreğim yaşanan acıların düşündüklerimizin çok ötesinde olduğunun farkında, ama, o ‘ötesi’ni hayal bile edemiyor… Ekranlarda akan görüntülerin sadece filmlerde olabileceğini sanırdık, ama değilmiş, şu anda gerçekliğin tam da ortasındayız. Evet bir 1999 yaşandı bu ülkede, biz de burada hafif halini hissettik. Ama, yıllarla birlikte duyarlığımız da arttı. Bu depremde bağımsız ve deneyimli gazeteciler, depremzedelerle aynı koşullarda yaşayıp görev yaparak mesleğimizi de enkazın altından çekip çıkardı. O nedenle bu büyük yıkımı adeta kendi evlerimizin içinde birebir yaşadık.
Sağlam ve sıcak evlere sahip olanlarımız; bu evlerde yaşadığımız, yemek yeyip su içebildiğimiz, uyuyabildiğimiz için utanır hale geldik, suçluluk duyduk. Çünkü felaket elimizi uzatsak tutabileceğimiz kadar yakınımızdaydı. Bu felaketlere yıllar boyu kulak tıkayıp, yol veren sorumsuzluğa, zamanında ve yeterince almadığımız önlemlere, hatalı yaptığımız ya da yapamadığımız her şeye karşı içimizde büyüyen öfke ile kavrulduk.
Öyle facialar yaşandı, duyduk ve gördük… Hepimiz, ama özellikle gençler akılları, bilgileri, vicdanları ve beden güçleri ile seferber oldu. İçinden çıkılmaz gibi görünen bu durumun en uç halkasını oluşturarak yardımları, taşıdı, tasnif etti, kamyonlara yükledi... Deprem bölgesine ülkemiz, şehirlerimizden, dünyanın diğer ucundan yardımlar yağdı… Depremzedeleri göçük altından çıkarmak için başta komşu ve kardeş ülkeler olmak üzere kürenin en uzak noktalarından gelen ekipler, arama kurtarma ekiplerimizle omuz omuza çalıştı. Zonguldak, Uşak başta, maden bölgelerimizden gelen ekiplerin farklı kurtarma tekniklerini ve girilmez denilen göçüklere girip canları kurtardığını gördük, herkes birbirinden yeni bir şeyler öğrendi…
Bölgemizde baharın ayak sesleri, ama deprem bölgesinin büyük bölümünde hala kara kış. Baharın gelişi bile acı. Elbet zamanla bu acılarla yaşamaya alışılacak. Ama o günler daha çok çok uzaklarda. Acılar çok taze, bu öyle acı bir deneyim oldu ki, artık kimse evinde rahat ve deliksiz uykulara yatamıyor. Evlerimizin içinde hissettiğimiz elle tutulur gözle görülür, nerdeyse somutlaşmış yüzlerce binlerce görüntü, ses, titreşim, eşya, yerle bir olmuş, toza toprağa dönüşmüş umutlar, yaşanmamış mutluluklar, söylenememiş sevgiler, doyasıya koklanıp öpülememiş bebekler, çocuklar…
Sanırsınız bunca acının içinde insanlar bir daha asla gülemez, sevinemez… Ama o yıkıntıların arasından saatler süren çalışmalar sonucu çıkarılan her can, hepimize sevinç umut oluveriyor. Enkaz başında yakınına kavuşan herkes adeta yeni bir umudun da doğuşuna şahit oluyor. Birkaç dakikalık da olsa yitirilen canların üzüntüsü, kurtarılan bir canla unutulup, adeta yürekler yıkanıyor. Kurtulan her can için evimizin içinde kısa bir an da olsa umut ve sevinç dalgası dolaşıveriyor.
Televizyon ekranında kısa ama anlamlı bir görüntü, kor gibi yüreklerimizde adeta serin bir nehir gibi akıyor. Bir minik kız ve bir kurtarma görevlisi. İkisinin de gözleri kapalı. Adamın yüzünde şefkatle karışık bir huzur, minik kızın yüzünde minnet, kurtarıcısının koluna sarıldığı elinde de güven duygusu… Biri kurtarıcı diğeri masumiyet… Bu iki insanın dini, dili, etnik kökeni yok, o anda birbirlerinin hayatına kısa bir süre, belki bir an dokunuveriyorlar. Bundan sonra ikisi de birbirini unutmayacak olsa da, farklı ülkelerde birbirlerinin adını bilmeden yüreklerinde o minnet ve huzur duygusuyla yaşayacaklar. Minik kızın tişörtünün kolunda Türk, kurtarıcısının kaskında ise Yunan Bayrağı… O an için onlar sadece iki insan. Birbirine şefkat ve minnet duygularıyla sarılmış, kimliklerinden arınmış sadece ve sadece iki insan…
Bir görüntü ve onlarca ders, kafamızda ruhumuzda kazınmış ne çok ders kaldı geride…!